Hepimiz, doğuştan gelen bir özgürlüğe sahip olduğumuza inanarak yaşarız. Bu inanç, nefes alıp verdiğimiz hava kadar doğal, yürüdüğümüz zemin kadar sağlam görünür. Ancak modern dünyanın karmaşık dokusunu biraz kazıdığımızda, bu inancın aslında ince bir illüzyon perdesi olduğunu fark ederiz. Bu perde, bir gökkuşağı gibi güzel ve yanıltıcıdır; bakınca oradadır, ama dokunmaya çalıştığınızda elinizden kayar gider.
Soruyu en temel halinden, ayaklarımızın bastığı yerden ele alalım: Bastığım yer bana mı ait? İlk bakışta, bu soru absürt gelebilir. Elbette hayır, toprak başkasının mülküdür, bir tapusu vardır, bir sahibi vardır. Ancak bu basit yanıt, asıl felsefi sorunu göz ardı etmemizi sağlar: Birey olarak varlığımız, kapladığımız alanla başladığı halde, neden o alan üzerinde mutlak bir hakkımız yoktur?
Mülkiyetin Altın Zincirleri
Dünyaya geldiğimizde, elimizde bir belge veya bir mülkiyet senedi yoktur. Sadece bir kütlemiz, bir bilincimiz ve bir yaşam enerjimiz vardır. Doğuştan gelen tek "malı"mız budur.
Fiziksel olarak var olduğumuz her an, bir alanı kaplarız. Bu, kimsenin inkar edemeyeceği, fizik yasalarına dayanan bir gerçektir. Ancak bu doğal hak, modern toplumun mülkiyet sistemi karşısında bir anlam ifade etmez.
Sistem, adeta bir satranç tahtası gibidir. Her kareye (toprak parçasına) bir sahip atanmıştır. Siz, bu tahtada özgürce hareket edebildiğinizi zannetseniz de, aslında her hamle için bir bedel ödemek zorundasınız. Yürüdüğünüz yolun vergisi, oturduğunuz evin kirası ya da aidatı, hatta bastığınız toprağın mülkiyet vergisi...
Her bir hareketiniz, görünmez iplerle bağlı olduğunuz bir düzenin parçasıdır. Bu bağlar, birer altın zincir gibidir; parlak, değerli ve koparılamaz. Size hareket özgürlüğü sunar gibi görünse de, o hareketin sınırlarını ve bedelini çoktan belirlemiştir.
Pasif Bir Reddedişin İmkanızlığı
Yaşamım boyunca ulaştığım en çarpıcı sonuçlardan biri de "Bir insan, modern dünyanın dayattığı bu düzeni pasif ve barışçıl bir şekilde bile reddedemez"
Ne bir devletin vatandaşlığını, ne bir mülk sahibinin iznini, ne de bir sistemin kurallarını kabul etmeden, sadece kendi "doğum hakkı" olan yaşam alanını talep edemez.
Bu, bir sessiz çığlık gibidir. Sistem, bu çığlığı duyamaz, çünkü kendi varlığını inkar eden bir sese cevap verecek mekanizması yoktur. Dışarı çıkıp "Ben özgürüm, bu toprak benim!" deseniz, hemen bir polis memuru, bir kanun maddesi veya bir mülk sahibiyle karşılaşırsınız. Size, bu özgürlüğün, ancak kurallar dahilinde bir illüzyondan ibaret olduğu hatırlatılır.
Bu durum, özgürlüğün aslında bir seçenek değil, bir sözleşme olduğunu gösterir. Özgürlük, bize sunulan bir hediye değil, toplumun kurallarına uymak karşılığında elde ettiğimiz bir haklar bütünüdür. Bu sözleşmeyi imzalamayı reddettiğiniz an, sistem sizi bir hayalet gibi görmeye başlar: Var olmayan, hak iddia edemeyen ve dolayısıyla hiçbir şeye sahip olmayan bir varlık.
Ayaklarımızın altında hissettiğimiz o toprak, bize ait değildir. Sadece anlık olarak, bir bedel veya bir izin karşılığında onu kullanma hakkına sahibiz. Gerçek özgürlük, belki de tam olarak bu illüzyonun farkına varmakla başlar. Ancak bu farkındalık bile, bizi sistemin dışına çıkarmaya yetmez. Bu, modern insanın en büyük paradoksu ve belki de en derin yalnızlığıdır. Herkesin bir yuvası varken, aslında kimsenin kalıcı bir yuvaya sahip olamadığı bir dünyada yaşıyoruz.
©2025 DeeOneX | Licensed under Zeus Evolutionary License v1.0 (ZEL v1.0) – Must retain attribution and comply with the Zeus Ethical Covenant.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder